AYRIMCI SÖZLÜK İLE
İLGİLİ ÖNEMLİ AÇIKLAMA YA DA
SİYASAL DOĞRULAR, AKINTIYA
KARŞI YÜZENLER VE DEĞERLERİN YENİDEN DEGERLENDİRİLMESİ ÜZERİNE
Ayrımcı Sözlük kurulduğundan itibaren kimi parlak bir
tahlil kimisi ucuz bir hakaret biçiminde beliren temel ve hayati bir eleştiri
ile karşı karşıya kaldım: “Ne yani, tüm ayrımlar yanlış ve kötü müdür?” ya da
“siz istediğiniz kadar dil biliminin ‘modern ahlak polisleri’ rolünü oynayın,
ayrım doğal bir gerçekliktir.” Diğer bir deyişle, söz konusu eleştiriler, kesin
bir yargı kullanarak Ayrımcı Sözlük diye bir işle uğraşanların tüm ayrımları
reddettiği, amaçlarının ‘modern ahlak bekçiliği” olduğu sonucunu
çıkarmaktadırlar. Ah bu “kesin yargılar”, “leb demeden leblebiyi anlamalar” ve
haset ve kibir... Ama, Romalı serseri ve katil ressam Caravaggio’nun 16.
Yüzyıl’dan kalma resimleri bize, günahkara
değil günaha içerlemeyi öğretti.
Oysa Ayrımcı Sözlük’ün dilimize yaklaşımı, “bekçilik”ten
ziyade “hafiyelik”ti; yani, ortak noktaları “ayırım” olan tüm deyiş, deyim ve atasözlerinin
toplanması ve içerdiği ayırıma göre sınıflandırılması. Hiçbir zaman söz konusu
ampirik verideki tüm deyişlerin,
“yanlış” ya da “kötü” olduğunu düşünmedim. Dostların haklı olarak söyledikleri
gibi, her deyişin “ayrımcı olduğunu” belirtmem metinlerde enflasyonist bir etki
yarattı; ama, asla söz konusu ayırımların tümünü
yargılayıp mahkum etmeyi amaçlamadı; çünkü, bu deyişlerden bazıları, hem bir gerçekliğe işaret edebiliyordu hem de işaret
ettikleri bu gerçeklikler, yazar tarafından da, “yanlış” ya da “kötü” olarak
değerlendirilmeyebiliyordu. Örneğin, Romanlara yakıştırılan “kapı gıcırtısına
oynama”, Romanların toplumsal yaşantılarının temel dinamiklerinden olan müziğe
gönderme yapmaktadır. Müzisyen bir halka da ancak böyle bir deyiş yakışır. Diğer
taraftan kimi deyişler de, geçmişi yüzyılları bulan önyargıları, belli
kimliklerle eşleştirerek söz konusu kimliklere karşı oluşan bir nefret
söyleminin üreticileri olarak görev almaktadır. Buna, Kürtçe “kıro” ve “keko”
kelimelerinin Türkçe’ye ırkçı bir anlam kaymasıyla dahil edilmesi örnek
gösterilebilir.
Yukarıda verilen her iki örnekte de bir ayırım söz
konusudur; ancak bunların, hangilerinin “iyi” hangilerinin “kötü” bir ayrımcı
doğası olduğuna karar verecek olan bizzat bizim sahip olduğumuz ahlak anlayışımızdır. Yanlış anlaşılmasın,
burada ahlaki bir görecelikten (relativism)
bahsetmiyorum; yani, “deyişlerin hangilerinin iyi ya da kötü olduğu kişiden
kişiye göre değişir” gibi sıradan bir kelam etmiyorum. Tam tersine, Ayrımcı
Sözlük ile biri betimsel (descriptive)
biri normatif (normative) olmak
üzere, iki farklı iddiayı sırasıyla kanıtlamayı ve gerçekleştirmeyi amaçlıyorum:
- İlk olarak, diğer tüm dillerde olduğu gibi, Türkçe’de de ayrımcı deyişler, toplumda yaygın olan belli bir ahlak anlayışının aynalarıdır. Söylenmese de ya da farkında olunmasa da çoğunluk tarafından benimsenen bu ahlak anlayışı içinde kadınlar, örneğin, ikinci sınıf cinsiyet olarak yeniden inşa edilir.
- İkinci olarak, çoğunluk tarafından açık ya da örtük, bilinçli ya da bilinçsiz olarak kabullenilen ayrımcılıkla ilgili bu ahlak anlayışı, Friedrich Nietzsche’nin “değerlerin (yeniden) değerlendirilmesi” yoluyla tahlil edilmeli ve “toplumsal biraradalığa” (social coexistence) zarar verenler, dilimizden siyasal bir tavırla defedilmelidir.
Ayrımcı Sözlük, yukarıda ifade edilen biri bilimsel diğeri siyasal iki amacın henüz ilkini gerçekleştirmeye çabalamaktadır. Gerçekleştirilmesi
daha yorucu olan ilk adım olsa da asıl meydan okuma, ikinci aşamada ortaya
çıkacaktır. Daha henüz ilk aşama tamamlanmadan ikinci aşamanın sonuçlarını
öngörmek imkansızdır; yine de, yazarın Ayrımcılık ile ilgili sahip olduğu
kuramsal bakış açısı, henüz hiçbir yerde ifade edilmemiş olsa da, aşağıda kabaca
özetlenmeye çalışılmıştır:
i.
“Siyasal Olarak Doğru” (politically correct): Her dönemin belli siyasal doğruları vardır ve bunların
eleştirilmeden kabul edilmesi, “şeytanın avukatlığı”nı insan düşüncesi ve
ahlakı açısından hayati bir öneme sahip hale getirir. Ancak, bir kaidenin
dönemin siyasal doğrularından biri haline gelmesi de bir tesadüf olamaz; tam
tersine, Benjamin’ci anlamda bunlar, toplumsal bir aciliyete işaret ediyor olmalıdırlar. İki dünya savaşı arası “savaş
kötüdür” ya da günümüzde “ırkçılık kötüdür”
kaidelerinin evrensel bir siyasal doğru olarak var olmaları, her iki
durumda da bunların, toplumsal bir gerçekliğe dönüşmediğine işaret etmektedir
aslında. Yani, ilk örnekte “savaş” ve ikinci örnekte “ırkçılık”, toplumsal
gerçekliği oluşturduğundan yukarıda verilen kaideler, siyasal doğru olarak sunulmuş
ve sorgulanmaları, toplumsal aciliyet
açısından tehlikeli bulunmuştur. O halde siyasal doğrular, onları siyasal doğru
haline getiren tarihsel süreç tahlil edilmeksizin sorgulanamaz.
ii.
Şeytanın Avukatlığı ya da Akıntıya Karşı Yüzenler: Yine de bu durum,
siyasal doğruları kendiliğinden sorgulanamaz kılmaz. Tam tersine, siyasal
doğruların tarihsel bir bakış açısı içinde sorgulanması, toplumsal aciliyet açısından elzemdir. Örneğin, Fransız Devrimi’ne
Don Kişotca saldıran Edmund Burke, dönemin hakim düşünce şekli haline gelen
Aydınlanma düşüncesinin başta “akıl” olmak üzere putlaştırdığı tüm siyasal
doğrularına, “önyargı”, “sezgi” ve “batıl inanç” gibi onun siyasal yanlış olarak işaret ettiği kavramlar yoluyla karşı
çıkmıştır. Bu, belli bir tarihsel bakış açısına sahip ahlaki bir tercihtir. Söz
konusu karşı-çıkışın önemi, kısa bir sürede ortaya çıkacaktır; çünkü
Aydınlanmacı akıl, hizmet ettiği düşünce ve duyguların birer gerçeklik haline
gelmeleri için tarihte eşi görülmemiş katliam, soykırım ve savaşlara yol açmış;
sahip olduğunu iddia ettiği tüm o “insancıllık” ve “iyilik”; hafif tabirle
“naiflik” ve ağır tabirle de “ikiyüzlülük” olarak suçlanarak insanlığın geçmiş
ideallerinin sonsuz uykuya yattığı mezarlığına gönderilmiştir çoktan.
iii.
Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi: (devam edecek)