17 Haziran 2016 Cuma

AYRIMCI SÖZLÜK İLE İLGİLİ ÖNEMLİ AÇIKLAMA

AYRIMCI SÖZLÜK İLE İLGİLİ ÖNEMLİ AÇIKLAMA YA DA
SİYASAL DOĞRULAR, AKINTIYA KARŞI YÜZENLER VE DEĞERLERİN YENİDEN DEGERLENDİRİLMESİ ÜZERİNE

Ayrımcı Sözlük kurulduğundan itibaren kimi parlak bir tahlil kimisi ucuz bir hakaret biçiminde beliren temel ve hayati bir eleştiri ile karşı karşıya kaldım: “Ne yani, tüm ayrımlar yanlış ve kötü müdür?” ya da “siz istediğiniz kadar dil biliminin ‘modern ahlak polisleri’ rolünü oynayın, ayrım doğal bir gerçekliktir.” Diğer bir deyişle, söz konusu eleştiriler, kesin bir yargı kullanarak Ayrımcı Sözlük diye bir işle uğraşanların tüm ayrımları reddettiği, amaçlarının ‘modern ahlak bekçiliği” olduğu sonucunu çıkarmaktadırlar. Ah bu “kesin yargılar”, “leb demeden leblebiyi anlamalar” ve haset ve kibir... Ama, Romalı serseri ve katil ressam Caravaggio’nun 16. Yüzyıl’dan kalma resimleri bize, günahkara değil günaha içerlemeyi öğretti.

 Caravaggio - David with the Head of Goliath

Oysa Ayrımcı Sözlük’ün dilimize yaklaşımı, “bekçilik”ten ziyade “hafiyelik”ti; yani, ortak noktaları “ayırım” olan tüm deyiş, deyim ve atasözlerinin toplanması ve içerdiği ayırıma göre sınıflandırılması. Hiçbir zaman söz konusu ampirik verideki tüm deyişlerin, “yanlış” ya da “kötü” olduğunu düşünmedim. Dostların haklı olarak söyledikleri gibi, her deyişin “ayrımcı olduğunu” belirtmem metinlerde enflasyonist bir etki yarattı; ama, asla söz konusu ayırımların tümünü yargılayıp mahkum etmeyi amaçlamadı; çünkü, bu deyişlerden bazıları, hem bir gerçekliğe işaret edebiliyordu hem de işaret ettikleri bu gerçeklikler, yazar tarafından da, “yanlış” ya da “kötü” olarak değerlendirilmeyebiliyordu. Örneğin, Romanlara yakıştırılan “kapı gıcırtısına oynama”, Romanların toplumsal yaşantılarının temel dinamiklerinden olan müziğe gönderme yapmaktadır. Müzisyen bir halka da ancak böyle bir deyiş yakışır. Diğer taraftan kimi deyişler de, geçmişi yüzyılları bulan önyargıları, belli kimliklerle eşleştirerek söz konusu kimliklere karşı oluşan bir nefret söyleminin üreticileri olarak görev almaktadır. Buna, Kürtçe “kıro” ve “keko” kelimelerinin Türkçe’ye ırkçı bir anlam kaymasıyla dahil edilmesi örnek gösterilebilir.

Yukarıda verilen her iki örnekte de bir ayırım söz konusudur; ancak bunların, hangilerinin “iyi” hangilerinin “kötü” bir ayrımcı doğası olduğuna karar verecek olan bizzat bizim sahip olduğumuz ahlak anlayışımızdır. Yanlış anlaşılmasın, burada ahlaki bir görecelikten (relativism) bahsetmiyorum; yani, “deyişlerin hangilerinin iyi ya da kötü olduğu kişiden kişiye göre değişir” gibi sıradan bir kelam etmiyorum. Tam tersine, Ayrımcı Sözlük ile biri betimsel (descriptive) biri normatif (normative) olmak üzere, iki farklı iddiayı sırasıyla kanıtlamayı ve gerçekleştirmeyi amaçlıyorum:

  •           İlk olarak, diğer tüm dillerde olduğu gibi, Türkçe’de de ayrımcı deyişler, toplumda yaygın olan belli bir ahlak anlayışının aynalarıdır. Söylenmese de ya da farkında olunmasa da çoğunluk tarafından benimsenen bu ahlak anlayışı içinde kadınlar, örneğin, ikinci sınıf cinsiyet olarak yeniden inşa edilir.
  •       İkinci olarak, çoğunluk tarafından açık ya da örtük, bilinçli ya da bilinçsiz olarak kabullenilen ayrımcılıkla ilgili bu ahlak anlayışı, Friedrich Nietzsche’nin “değerlerin (yeniden) değerlendirilmesi” yoluyla tahlil edilmeli ve “toplumsal biraradalığa” (social coexistence) zarar verenler, dilimizden siyasal bir tavırla defedilmelidir.
Ayrımcı Sözlük, yukarıda ifade edilen biri bilimsel diğeri siyasal iki amacın henüz ilkini gerçekleştirmeye çabalamaktadır. Gerçekleştirilmesi daha yorucu olan ilk adım olsa da asıl meydan okuma, ikinci aşamada ortaya çıkacaktır. Daha henüz ilk aşama tamamlanmadan ikinci aşamanın sonuçlarını öngörmek imkansızdır; yine de, yazarın Ayrımcılık ile ilgili sahip olduğu kuramsal bakış açısı, henüz hiçbir yerde ifade edilmemiş olsa da, aşağıda kabaca özetlenmeye çalışılmıştır:

i.               “Siyasal Olarak Doğru” (politically correct): Her dönemin belli siyasal doğruları vardır ve bunların eleştirilmeden kabul edilmesi, “şeytanın avukatlığı”nı insan düşüncesi ve ahlakı açısından hayati bir öneme sahip hale getirir. Ancak, bir kaidenin dönemin siyasal doğrularından biri haline gelmesi de bir tesadüf olamaz; tam tersine, Benjamin’ci anlamda bunlar, toplumsal bir aciliyete işaret ediyor olmalıdırlar. İki dünya savaşı arası “savaş kötüdür” ya da günümüzde “ırkçılık kötüdür”  kaidelerinin evrensel bir siyasal doğru olarak var olmaları, her iki durumda da bunların, toplumsal bir gerçekliğe dönüşmediğine işaret etmektedir aslında. Yani, ilk örnekte “savaş” ve ikinci örnekte “ırkçılık”, toplumsal gerçekliği oluşturduğundan yukarıda verilen kaideler, siyasal doğru olarak sunulmuş ve sorgulanmaları, toplumsal aciliyet açısından tehlikeli bulunmuştur. O halde siyasal doğrular, onları siyasal doğru haline getiren tarihsel süreç tahlil edilmeksizin sorgulanamaz.
ii.              Şeytanın Avukatlığı ya da Akıntıya Karşı Yüzenler: Yine de bu durum, siyasal doğruları kendiliğinden sorgulanamaz kılmaz. Tam tersine, siyasal doğruların tarihsel bir bakış açısı içinde sorgulanması, toplumsal aciliyet açısından elzemdir. Örneğin, Fransız Devrimi’ne Don Kişotca saldıran Edmund Burke, dönemin hakim düşünce şekli haline gelen Aydınlanma düşüncesinin başta “akıl” olmak üzere putlaştırdığı tüm siyasal doğrularına, “önyargı”, “sezgi” ve “batıl inanç” gibi onun siyasal yanlış olarak işaret ettiği kavramlar yoluyla karşı çıkmıştır. Bu, belli bir tarihsel bakış açısına sahip ahlaki bir tercihtir. Söz konusu karşı-çıkışın önemi, kısa bir sürede ortaya çıkacaktır; çünkü Aydınlanmacı akıl, hizmet ettiği düşünce ve duyguların birer gerçeklik haline gelmeleri için tarihte eşi görülmemiş katliam, soykırım ve savaşlara yol açmış; sahip olduğunu iddia ettiği tüm o “insancıllık” ve “iyilik”; hafif tabirle “naiflik” ve ağır tabirle de “ikiyüzlülük” olarak suçlanarak insanlığın geçmiş ideallerinin sonsuz uykuya yattığı mezarlığına gönderilmiştir çoktan.
iii.            Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi: (devam edecek)